Binlerce kişinin hayatını kurtarana ise sadece ''Hekim''...
Medikal tedavinin en önemli dönüm noktalarından birini; 1937'de, daha sonraları Kortizol adını alacak ilk steroidin bulunup, 1949'da ağır kronik poliartritli vakaları dramatik iyileştirmesinden sonra 1950'de Kendall, Reichstein ve Hench adlı araştırmacıların şahsında kortikosteroide Nobel verilmesi teşkil etmektedir.
Peki, tıbbî tedavinin bu kadar önemli bir unsuru olan steroidlere, neden hak ettiği değer ve önemi vermede ihmal gösterilmektedir? Bu sorunun cevapları arasında, talebelik yıllarımızdan beri tekrarlanagelmekte olan ''iki tarafı keskin bir Acem kılıcı' na benzetilmesi klişesi önemli bir yer tutmakta, milenyum sonrası yıllarda bile bu önemli tedavi ajanına güvensizlik, şüphe ve hattâ korku ile yaklaşılmaktadır.
Yanlış anlaşılmasın, her tıbbî tedavi ajanı: Antibiyotikler, ilaçlar ve hattâ içtiğimiz su bile, belli bir dozu aşınca, aşırı miktarda ve kontrolsüz vücuda alındığında organizmaya zarar vermekte, hayatı tehlikeye sokmaktadır. Buna karşılık kortikosteroidlerin bir kısım elektif vakalarda, doğru endikasyon konduğu takdirde bin, iki bin, hattâ üç bin miligram gibi yüksek dozlarda i.v. yoldan puşe edildiğinde, dramatik bir iyileşme gösterdiği, üstelik diyabet,... gibi metabolizma bozukluklarına yol açmadan ödemi çözerek solunumu rahatlattığı için trakeotomiye gerek bırakmadığı bilgisine neden lâkayd kalınmaktadır?
Bir otorinolarengolog olarak şahsen ilgilendiğim allerjik, vazomotor,... değişik etyolojilere bağlı alt konka hipertrofilerinde lokal steroid enjeksiyonunun görme kaybına sebep olduğu, bunun için bu metoddan sakınılması, kesinlikle bu tedaviden kaçınılması gerektiği itirazlarını burada bir kere daha ele alarak cevaplandırmak istiyorum:
Evet, intranazal steroid enjeksiyonuna bağlı olarak rapor edilen en ciddi komplikasyon, geçici veya kalıcı görme kaybıdır. Literatürde bu konuda rapor edilmiş toplam 12 vaka bulunmaktadır. Bunlardan 6'sında görme kaybı geçici iken, 6'sında kalıcı olarak tesbit edilmiştir. İntranazal steroid enjeksiyonu sonrası vizüel komplikasyon oranı 1979 yılında %0,0067 olarak rapor edilirken, 1993 yılında %0,001 olarak belirtilmiştir.
Şu noktanın üzerinde önemle durmak istiyorum: İntrakonkal olarak enjekte edilen steroidlerin görme kaybı yaptığı hakkındaki bilgiler, yirmi küsur yıldan daha eskilere aittir; şimdi piyasada bulunan steroidlerin hepsinin molekülleri küçük olduğundan, böyle bir risk artık söz konusu değildir.
İntranazal olarak konka içine steroid zerkine bağlı hiçbir vakada ölüm olmadığını da ayrıca belirtmiş olayım.
Bu metodun başarısı ve emniyetine dair çok sayıda klinik bulgulara rağmen intranazal steroid enjeksiyonunun ABD'de FDA tarafından ve Kanada'da tasdik edilmemesini ise, bu metodun son derece ucuz olmasına, dolayısıyla lehinde lobi yapacak firmaların bulunmamasına, kısacası sahipsiz bırakılmasına şahsen bağlıyorum.
Buna karşılık intranazal steroide alternatif olarak tavsiye edilen allerjen immünoterapisi ise, intranazal steroid enjeksiyonundan daha emniyetli değildir. Sistemik reaksiyonlar ve anafilaksi, immünoterapinin en çok korkulan riskleridir. İmmünoterapi gören vakalardan ABD'de 1945-1984 yılları arasında anafilaktik şok sonucu 46, İngiltere'de ise 1957-1986 yılları arasında 26 ölüm rapor edilmiştir. İmmünoterapi sırasında ölüm riski ise, iki milyonda bir'dir. ABD'de 1985-1993 yılları arasında uygulanan 52.3 milyon immünoterapi sırasında 35 ölüm görülmüş olup, ölüm oranı milyonda bir'den daha azdır (konuyla ilgili literatür ve numaraları metin içinde verildiği için burada ayrıca yazılmamıştır).
1977 yılında M. Portman'ın editörlüğünde yayınlanan Cahier d'ORL mecmuasında allerjik rinitlerde lokal intrakonkal uygulanan enjektabl steroidlerin iyi geldiğini okuduktan sonra bu tedaviye yıllarca, medikal tedaviden fayda bulamamış, uygun gördüğüm vakalarda devam ettim. Otuz yıldan fazla zamandır tedavi portföyümde bu tedavi bulunmaktadır. İki binli yılların başlarında, bu tedavi hakkında hazırladığım monografi, bu konuda yurdumuzdaki ilk yayındır. Aynı yıl Antalya'da yapılan KBB kongresinde bundan bahsettikten sonra, bizim KBB dergilerinden birinde yayınlaması için ilgili meslektaşıma teslim ettim. Aradan yıllar geçtiği halde bu yazımın nedense basıldığını görmedim, sorularıma cevap alamadım?
Aslında benzer yaklaşıma, bu tedavinin ABD'deki şampiyonu olan Marby'nin de maruz kaldığını, sonunda pes etmek zorunda kaldığını anlatan yazısını okurken duygulandığımı belirtmek isterim.
Kabul gören modern kriterlere göre bilim, yanlışlanabilir olmalıdır. Zamanımızda sanat yönüne göre bilim tarafı çok daha ağır basmakta olan tıpta da durum aynıdır. Daha düne kadar yasaklanan yumurta ve tereyağına yeniden izin verilmesi de, modern kriterlerin ışığı altında yeniden yapılan çok sayıdaki objektif değerlendirmeler sonucunda verilen bir karar değil midir?
Kurucu öğretim üyesi olduğum Meram Tıp Fakültesi'nde iki asistanımın uzmanlık tezi için konka içine lokal steroid enjeksiyonuyla çalışma yapmak istemelerini memnuniyetle kabul ettim. Elimde bulunan bütün literatür bilgilerini, çalışmalarımı onlara verdim. Onlar da daha yeni bilgileri bunlara eklediler. Böylece en son bilgilerin ışığı altında, danışmanlığını yaptığım iki farklı araştırıcı tarafından yapılan çalışmaların yeniden evalüasyonunu görmem mümkün oldu.
2014 yılı başlarında Türkiye Klinikleri'nce KBB hakkında bir özel sayı editörlüğü teklif edildiğinde, şimdiye kadar ele alınmamış bir konu düşünürken, otuz yıldan fazla zamandır emek verdiğim bu konu aklıma geldi ve kabul ettim. Konka içine deposteroid enjeksiyonuyla yapılan tedaviler hakkındaki çalışmaları, ilerleyen sayfalarda okuyacaksınız.
Konuyla ilgili olarak şahsım dışında yapılan ilk çalışma, Dr. İ.Ö.Ö. tarafından uzmanlık tezi olarak gerçekleştirilmiştir: ''Alt Konka Hipertrofisi Olan Hastalarda İntranazal Steroid Enjeksiyonu Tedavisi Etkinliğinin Bilgisayarlı Tomografi İle Değerlendirilmesi'', Dr. İ.Ö.Ö., Uzmanlık Tezi, Tez Danışmanı: Prof. Dr. Fuat Yöndemli, Konya 2011, Meram Tıp Kütüphanesi Kayıt Bilgileri: WB/20/099/2011, İnternet Sistem No: 281621. Bu çalışmada başarı oranının yüzde 98 olarak bulunduğunu belirtmekle yetiniyorum.
Şimdi müsaadenizle tam kırk bir yıldır mensubu olmakla gurur duyduğum, bana göre en önemli bilim ve sanat dalı olan Tıp mesleğine reva görülen haksızlıklar üzerine birkaç söz etmek istiyorum.
Prof.Dr. Haydar Furgaç' ın başkanlığını yaptığı 1965-1966'lardan bu yana önce Üniversitelerarası Giriş İmtihanı (ÜGİ) adını alan merkezî sistemle yapılan üniversitelere giriş imtihanlarında kırk yıldan fazla zamandır en yüksek puanı alan, bir başka deyişle en zeki olan lise mezunlarının değişmeyen tercihi hep tıp fakülteleridir. Bu noktada millî bir özelliğimiz olan haset/çekememezlik ortaya çıkmakta, toplumun en zeki, en fedakâr, en iyi niyetli bu kesim veya meslek grubuna nedense hak ettiği değer, maddî ve manevî karşılık bir türlü verilmemektedir!
Uğrunda makam, unvan, servet, para... dahil her şeyimizi feda etmekten çekinmeyeceğimiz en değerli varlığımız sağlığımız değil midir?
Peki bu kadar kıymetli olan sağlığımızı emanet ettiğimiz bu aziz, değerli, kutsal mesleğin mensuplarına, daha açık tabirle hekimlerimiz ve beraberlerindeki sağlık çalışanlarına reva görülen duyarsızlık, zorluklar çıkarma, tabiri caizse aşağılık duygusundan kaynaklanan çekememezlik ve daha ilerisi olan düşmanca davranışları nasıl açıklamak mümkündür?
''Söylesem tesiri yok/ Sussam gönül razı değil''
Kendi eserlerimden yapacağım alıntılarla sözlerimi tamamlamak istiyorum:
(...) Günümüzde örneklerine sık olarak rastlandığı şekilde, durumu ne kadar ağır, ümitsiz olursa olsun, hastaneye yatmış her hastanın ölümünden müdâvi hekimi sorumlu tutmak; hekim ve hemşireleri, sağlık personelini bütün iyi niyetli gayretlerine rağmen bıçakla yaralamak, kurşunlamak, öldürmek, hiç değilse dövmek şeklindeki düşünce ve hareket tarzı, ülkemiz dışında hiçbir yerde rastlanmayan son derece iğrenç, nefret ve lânetle karşılanacak primitif bir davranış şeklidir. Söz gelişi judicidaire kesime vuku bulan tecavüzler üzerine, cezaların en ağırını uygulayan ve onlara kendilerini savunmaları için bedelinin çok altında bir meblâğ karşılığında tabanca dağıtan ilgililer, sağlık mensupları için de mutlaka çâreler düşünüyorlardır!..
(...) Hekimliğin insan ruhuna kazandırdığı asâlet, incelik, hassasiyet ve derinlikten dolayı bu meslek erbâbı içinden, diğer meslek gruplarına göre çok daha yüksek oranda ve insan ruhunun en yüce duygularına hitabeden, onlara tercüman olan şâir, yazar gibi edebiyatçılar, müzisyenler,... kısacası san'atkârlar çıkmaktadır.*
Hekimler insanlık tarihinin en önemli, vaz geçilemez ve cefâkâr meslek erbâbıdır. Tarih boyunca birçok hekim, hastalıklara karşı mücadele verirken, savaştığı hastalığa yakalanarak hayatını kaybetmiştir. Kezâ birçok hekim hastalıklara karşı ilâç araştırırken, bulduğu ilâcı evvelâ kendi üzerinde denemekten çekinmemiş, hattâ bu uğurda şehit olmuştur.
Meselâ Millî Mücadele yıllarında Ankara'ya gelen Tıbbiyeli Hikmet, Nurettin Osman ve Yusuf, bir insanın yapabileceği en büyük fedakârlığı yaparak Cebeci Hastanesi'nde aşı imâli sırasında kendilerini kobay olarak kullanmışlardır!
Benzer şekilde, İngiliz nörologlarından Henry Head (1861-1940), sonuçlarını daha iyi tarif edebilmek için kendi radial sinirini kestirerek, kendini müşahede altına almıştı.
Peki, ya modern otolojinin kurucusu, ikinci oğlu meşhur tarihçi Arnold Toynbee olarak tarihe geçen, baba Toynbee'nin ölümü nasıl olmuştu:
''Toynbee 1851'de ilk defa kulak hastalıkları için yatak ayrılmış olan St. Mary hastanesine kulak hekimi tâyin edilmiştir. Kendi üzerinde yaptığı deney sonunda ölmüştür. Kulak çınlamasının kloroform inhalasyonu, bundan sonra hava verilmesi ile azaltılabileceğini düşünerek kendi üzerinde deney yapmış, odasında notları, âletleri yanında ölü bulunmuştur.''
Tam da bu noktada, farazâ ''Hapishanelerin gayri sıhhî, gayri insanî hayat şartlarını bizzat araştırmak için acaba hiçbir pedagog, sosyolog, psikolog, educateur; siyaset, emniyet mensubu veya juriste, legiste; müebbet hapse mahkûm biri gibi ve gönüllü olarak, mahkûmlar arasında yaşamayı göze almış mıdır'? diye bir soru insanın dilinin ucuna gelmektedir.
Afrika kıt'asının kimsenin gitmek istemediği mahrumiyet bölgelerine gönüllü giden, orada hizmet vererek ömrünü tamamlayan Albert Schweitzer, bir doktordur!
İştigal sahası hep ızdırap çeken insanlar olduğu için Avrupa'da hekimlerin büyük insanlar olduğunu, Tanrı'ya en yakın insanların onlar olduğunu ifade eden çok sayıda vecize bulunmaktadır.
Dünyanın her ülkesinde halkın, doğumundan ölümüne kadar, hep yanında görmek istediği meslek erbabı, doktorlardır. Bütün devletlerde, geceleri bütün resmî binaların, bakanlıkların ışıkları söndüğü halde; mesaisi 24 saat devam eden, ışığı hiç sönmeyen kuruluşlar, hekimlerin çalıştığı hastanelerdir. Gerçekten yılbaşı gecesinden bayramlara, faşingten karnavala, depremden yangın ve sel baskınlarına, muharebe meydanlarına kadar her türlü şartlar altında hizmet veren, hep doktorlardır!
Doktorlardan başka hiçbir meslek erbâbı, gece uykusunun en tatlı yerinde uyandırılmaz ve hiçbir doktora da bu durumdan şikâyetçi olmak hakkı tanınmaz! Belki de bu sebepten hekimliğin pîri Hipokrates insanları ''hekimler ve diğerleri'' olarak ikiye ayırmıştır. Bir insan olarak hayatını bile rahatça yaşamak hakkı tanınmayan bu meslek grubu, her zaman halkın ilgi ve dikkatini, imrenmekle haset arası duygularını çeker. Öyle ki onun yeni olmayan, kullanılmış otomobili bile, ''Doktordan satılık'' etiketiyle, kolayca ve tercihan müşteri bulur.
(...) 1980'lerden bu yana tıbbiyeler, üniversiteye girişte ilk tercih olmaktan uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Günümüzde basın-yayın organlarının yoğun bombardımanı, beyin yıkaması sonucu gençliğe ideal mesleklerin futbolculuk, mankenlik, şarkıcılık ve oyunculuk olduğu telkin edilmekte, hattâ dayatılmaktadır. Ama bütün bu olumsuz şartlara rağmen doktorluk günümüzde de, uzay çağında da, hiçbir zaman modası geçmeyecek ideal meslek olarak kalmaya devam edecektir.
P.S.: Yukarıda bahsettiğim Dr. İ.Ö.'nün sadece kendi adıyla mecmuaya gönderdiği çalışmasının yayınlanmasını istemediğini, tam da Oedipus Kompleksinin çağdaş, zamanımıza uygun yorumu üzerinde kafa yorarken öğrendim. Onun isteği doğrultusunda, künyesini daha evvel yukarıda vermiş olduğum yazı, baskıdan çıkartılırken hatırıma bir de Latin deyimi geldi: ''Prolem sine matre creatam'' teşebbüsü, tabii buradaki matre'yi patre olarak değiştirerek...
*Fuat Yöndemli: Tıp Tarihi ve Tıp Sembollerinin Arkaik Kaynakları, baskıda.
Prof.Dr. Fuat YÖNDEMLİ
Sayı Editörü
.: Process List